Bir zamanlar, yemyeşil ağaçların gölgesinde, kuytu kuytusuna kadar uzanan geniş bir ormanda, her sabah kuşların cıvıltıları yankılanırdı. Renk renk tüyleriyle kuşlar, sabahın ilk ışıklarıyla uçar, ağaçların dallarında dans eder, nehir kenarlarında pırıl pırıl parlayan suya yansıyan gölgelerini izlerlerdi. Özgürlükleriyle mutlu, yaşamlarıyla huzurlulardı.
Ama bir gün, bir adam, elinde büyükçe bir kafesle ormana geldi. Kafes, altın sarısı telleriyle parlıyor, içi yem dolu bir tabakla dikkatlice yerleştirilmişti. Kafesin içinde, kuşları çağıran bir sıcaklık vardı. Adam, kafesi ormanın göbeğine yerleştirip, yakından izlemeye başladı. O sırada, ormanın içinde dolaşan iki küçük kuş, kafesi fark ettiler.
İlk başta kuşlar temkinli davrandılar. Kafes, gerçekten de cezbedici görünüyordu ama kafeste bir tuhaflık vardı. Bir kuş, diğerine bakarak, “Bu kadar parlak ve gösterişli bir şey olamaz. Mutlaka içinde bir tehlike vardır,” dedi. Diğer kuş, “Buna güvenmemeliyiz,” diye karşılık verdi. Fakat kafesin içinde yemler, taze meyveler ve her şey düzenli bir şekilde yerleştirilmişti.
Günler geçtikçe, ormanda havalar soğumaya başladı. Rüzgar, ağaçları eğiyor, ağaçların yaprakları tek tek dökülüyordu. Küçük kuşlar, bir sabah uyanıp kanatlarını çırptılar, fakat hava her geçen gün daha da sertleşiyordu. Ağaçların arasından esen rüzgar, tüylerini donduruyor, soğuk günden soğuk geceye geçerken, yiyecek bulmak da zorlaşıyordu. Çimenler kurumuş, kuşların alıştığı tohumlar çoktan tükenmişti. O zaman bir kuş, kafesi yeniden hatırladı ve diğerine şöyle dedi: “Belki de biraz güvenliğe ihtiyacımız var. Her şeyin bu kadar zorlaştığı bir dünyada, kafeste rahat etmek bizi koruyabilir. Hem orada yem var, sıcaklık var, rüzgarın soğukları da varmayacak…”
İçinde bir şüphe, bir tereddüt olsa da, her ikisi de birbirlerine bakarak kafese doğru uçtular. O an, her şeyin daha güvenli ve huzurlu olacağına inandılar. Kanatlarını açıp, kafese girerek kapısını kapattılar.
Başlangıçta her şey güzeldi. Yemek boldu, kafesin içinde karınları doymuş, tüylere sıcaklık gelmişti. Soğuk rüzgarlar dışarıda savrulurken, kuşlar kafeste güvendeydiler. Nehrin pırıltısına bakarken, mutlu ve rahat hissediyorlardı. “Burada çok güvenliyiz,” dedi biri, “Dışarıdaki dünya çok sert, biz burada daha huzurluyuz.”
Fakat zaman geçtikçe, kafeste günler, geceler birbirine karıştı. O kadar rahat, o kadar güvenliydiler ki, özgürlüklerinin ne kadar değerli olduğunu unutmaya başladılar. Gözleri, gökyüzündeki özgür kuşları izlemekle yetiniyor, uçmanın verdiği mutluluğu aramıyordu. Ancak bir sabah, bir kuş kafesin tellerine biraz daha yaklaşıp dışarıya baktı. Gözlerinde bir hüzün belirdi. “Buranın dışında başka bir dünya vardı,” dedi, “Bir zamanlar biz de orada özgürdük. Şimdi… şimdi her şey çok dar, çok sınırlı.”
Diğer kuş, kafeste güvenli olmanın rahatlığıyla, başını salladı. “Ama burada güvendeyiz, burası daha iyi. Dışarıda bir sürü tehlike vardı, hatırlamıyor musun?” dedi.
Fakat ilk kuş, bir süre sessiz kaldı. Gözleri, ormanın yeşilini, ağaçların dalındaki çiçekleri, gökyüzündeki sonsuz maviyi hatırlıyordu. “Evet, güvenliydik belki… ama özgürlük, güvenlikten daha değerliydi. Biz sadece bir kafeste kapalı kaldık. Dışarıdaki dünya ne kadar zorlu olsa da, uçmanın, özgürlüğün bir başka anlamı vardı.”
Ve bir gün, kuşlar kafeste daha fazla kalamadılar. O dar, küçük alan, onları boğuyor, özgürlüklerinin ne kadar kıymetli olduğunu hatırlatıyordu. Sonunda, kararlı bir şekilde kafesin kapısını açıp dışarıya uçtular. O an, gökyüzü bir kez daha geniş, orman bir kez daha özgür ve sınırsız göründü.
La Fontaine, özgürlüğün insan hayatındaki yeri ve önemi hakkında derin bir ders verir; bazen dışarıdaki tehlikeler ve zorluklar, özgürlüğün getirdiği mutluluğa kıyasla daha küçük ve önemsiz kalır.