Gazneli Mahmud bir gün ava çıkmıştı. Bir
ceylanın peşine düşmüş, atı ile izliyordu.
Yanındaki adamlarından ayrılmıştı. Uzakta
birkaç Türkmen evi gördü, oraya geldi.
Susamıştı; evlerden birinden su istedi. Karşısına
genç Türkmen olan Eyaz çıktı. Sultan
Mahmud’un kılığından ve halinden padişah
olduğunu anladı; onu saygıyla selamladı:
“Padişahım, biraz dinlenin. Bu çevrede suyu
çok hoş bir çeşme var. Babam şimdi oraya gitti,
su getirecek; size o sudan sunarım,” dedi.
Sultan Mahmud atından aşağı indi. Eyaz
konuşkan, tatlı dilli, saygılı bir gençti. Bir süre
padişahı oyaladı. Çevrenin güzelliklerinden,
kendi yaşayışlarından söz etti.
Eyaz bir süre sonra kalktı su getirdi, sultana
sundu. Sultan suyu içti ve:
“Suyun çok güzel, ama ‘Babam su almaya
gitti,’ dedin; bir süre sonra da bana evden su
getirdin. Neden böyle yaptın?” diye sordu.
Eyaz açıkladı: “Geldiğiniz anda su verseydim,
o su size dokunurdu; hastalanırdınız. Sizi
oyalayarak terinizin kurumasını bekledim.”
Sultan Mahmud, bu çocuk yaştaki Eyaz’ın akıl
ve zekâsını beğendi. Eyaz’ı saraya getirdi ve
ayağındaki çarığı, sırtındaki postu çıkarıp ona
ipekli elbiseler verdi.
Eyaz çok akıllı ve düşünceli olduğundan,
postuyla sarığını bir odaya astı. Her gün o boş
odaya girer ve kendi kendisine:
“Sakın kendini bir şey sanma, gurura kapılma!
Sen eskiden bunları giyerdin…” diye konuşurdu.
Saraydaki arkadaşları, padişaha:
“Onun bir odası var, oraya biriktirdiği
altınların, gümüşlerin küplerini koymuş. Hiç
kimseyi oraya bırakmıyor. Kapısını sürekli kilitli
tutuyor,” diyerek Eyaz’ı şikâyet ettiler.
Padişah: “Tuhaf şey, bu kölenin bizden
sakladığı nedir?” diye düşündü; sonra bir
adamına:
“Git odayı aç, orada ne bulursan al. Orada
gizlediği şeyi bul. Bizden aldıklarıyla yetinmiyor
da, ayrıca altın mı biriktiriyor, öğrenelim…” diye
emretti.
Padişahın adamı, otuz kişiyle Eyaz’ın odasını
açmaya gitti:
“Padişahın emri var, bu odayı açacağız,”
diyorlardı.
Hazine, altın küpler, gümüşler bulacaklarını
umuyorlardı; gelenler büyük bir merakla kapıyı
açtılar. Sinekler ekşimiş ayrana nasıl üşüşürse,
onlar da birbirini ite kaka odaya öyle daldılar.
İçeri girenler sağa sola bakındılar; yırtık, pırtık
bir çarık ile eski bir posttan başka bir şey
göremediler.
Odanın her yanını kazdılar, eştiler; derin
çukurlar meydana getirdiler. Sonunda bir şey
bulamayınca, kazdıkları yerleri doldurdular. Toz
toprak içinde padişahın huzuruna vardılar.
Padişah, düşüncesini gizleyerek;
“Söyleyin bakalım, ne yaptınız? Hani altınlar,
gümüşler?” diye sordu.
Yanlışlarını anlayan adamlar:
“Biz, size yaraşanı yaptık padişahım! Bizim
suçumuzu bağışla,” dediler.
Padişah dedi ki: “Bana yalvarmayın, gidin
Eyaz’a yalvarın.”
Eyaz’a da seslendi: “Ey Eyaz, suçlular
hakkında gereken kararı ver. Seni yüzlerce kere
denesem, bir hile bulamam.”
Padişahın bu sözleri üzerine Eyaz:
“Padişahım, bu iyilik ancak senindir. Ben
yalnızca bir sarık ve posttan başka bir şey
değilim,” dedi.
Bütün bu konuşmalarda padişah, suçluların
cezasını Eyaz’ın vermesini istiyordu; çünkü
iftira, Eyaz’a yapılmıştı. Ama Eyaz bunu
padişaha bırakıyordu. Kendisi suçluları
bağışlamıştı.