Bir varmış, bir yokmuş. Tanrının kulu çokmuş. Çok demesi, çok yemesi günahmış. Vaktin birinde bir ananın bir kel oğlu varmış. Günlerden bir gün bu Keloğlan, anasına:
– Ana, gel şu bizim öküzü keselim, köylüyü davet edelim. Sonra da onlar bizi sırayla davet ederler. Bir gün birinde, öteki gün birinde, geçinir gideriz, demiş.
Tek öküzlerini kesmişler, köylüyü yemeğe davet etmişler. Yemişler, içmişler, hoş geçmişler. Aradan bir gün geçmiş, Keloğlanla anası sıra yemeklerini beklerken, bunların etinden yiyen köylüler bir bir gelip Keloğlanın bacasından aşağı birer kürek hayvan gübresi döküp gitmişler. Keloğlan da ocak başında durur, yemek daveti yerine gökyüzünden dökülen bu kısmete bakarmış. Bir şaşmış, iki düşünmüş, sonunda davranıp gübreleri avluya taşımış, paçalarını sıvamış, saman dökmüş, basa basa çiğneyip yoğurmuş. Top top tezek yapıp dizmiş. Birkaç günde kurutmuş, çuvallara doldurmuş. Yüklenip götürmüş bir yolun başına bu çuvalları. Üstüne çıkıp bir hoşça oturmuş, beklemiş. O sırada yoldan ağır bir kervan kopup gelmiş. Kervancıbaşı, Keloğlanın önüne gelince atını durdurmuş. Keloğlanın üstüne çıkıp oturduğu çuvalların içindekileri merak etmiş. Ama Keloğlan bir türlü göstermiyor, hem de ne olduğunu söylemiyormuş. Bir vakit çekişmişler, laf dolandırıp, söz yarıştırmışlar. Lakin nafile. Keloğlanın ağzından bir araba dolusu tekerleme dökülmüş de, kervancıbaşının merakını sindirip bastıracak, hayra medar, derdine ilaç bir tek şey sızdırmamış. Sonunda kervancıbaşı hayvanlardaki yükleri indirip kumaş balyalarını vermiş, karşılığında Keloğlanın tezek çuvallarını yükleyip yürümüş. Keloğlan da bu kumaşları eşeğine yüklemiş, sürüp köyüne gelmiş. Hem yürüyor, hem de bağırarak:
– Aman, vay vay, hayvan gübresi, sığır mayısı bir para etti, bir para etti ki, pazarı altın pahasına gitti, diye durmadan söylenir, bir yandan da şıkır şıkır oynarmış. Bunu duyan komşuları hemen ahırlarına koşuşmuşlar, hemen hayvanların altından dumanları tüten gübreleri mendillerine, torbalarına doldurmuşlar, hemen çarşı boyuna koşmuşlar.
– Azıcık, sıcacık, ama tazecik, azıcık, sıcacık ama tazecik, diye mallarını överek satmaya başlamışlar. Adamın biri merak etmiş, mendili açıp içine bakmış. Bir de ne görsün! Hayvan gübresi! Adamın bağırmasıyla çarşı halkı bunların başına toplanmış, bir güzel sopa atmışlar ve çarşıdan kovalamışlar.
Yeller esmiş, rüzgârlar üfürmüş, yağmurlar yağmış, seller akmış, günler akşama, akşamlar sabaha kavuşmuş, böylece aradan bir eyyam geçmiş. Bu Keloğlan kesip komşularına yedirdiği öküzün derisini alıp pazara satmaya götürmüş. Yolda bir köse görmüş, ona bu deriyi bir ölçek darıya satmış. Lakin bu kösenin evi uzakmış. Keloğlana öküz derisini evine kadar götürmesini söylemiş. Keloğlan, deriyi eşeğin terkisine atmış da, darı heybesini doldurmak için kösenin evine doğru yollanmış. Gelip kapıya dayanmış.
– Öküzümün derisini, kösenin bir ölçek darısına değiştim. Deriyi alacaksın, darıyı vereceksin! diye seslenmiş. Kösenin karısı da o sırada oturmuş, hovardasıyla yemek yiyormuş. Bu adamı hemen götürüp büyük bir küpün içine saklayıp üstünü örtmüş. Kapıyı Keloğlana açmış. Deriyi almış. Kadın evin altındaki ambarı açıp bu Keloğlana bir ölçek darı ölçüp vermiş. Ama bu Keloğlan heybesinin ağzını eğip yarısını yere dökmüş. Oturup teker teker toplayıp heybesine doldurmaya başlamış.
Akşam olmuş, ortalık kararmış, köse eve gelmiş. Bakmış ki, bu Keloğlan ev altında, ocağın alaca ışığında hâlâ eğilip kalkıyor, darı topluyor. Bir zaman beklemiş köse, karnı acıkmış. Bakmış Keloğlanın işi bitmiyor. Savuşturamayacağını anlayınca, Keloğlanı yemeğe buyur etmiş. Bunlar, Keloğlanla köse, karşılıklı bağdaş kurmuşlar. Kadın da önlerine bir tas imansız bulgur çorbası getirip koymuş. Beri yandan Keloğlanın aç eşeği yem torbasının boynuna asılmadığını görünce, başlamış anırmaya. Keloğlan kaşığı bırakıp dinlemeye, sinsi sinsi gülmeye başlamış. Köse buna:
– Nedir Keloğlan, eşeği durup dinliyorsun, hem de sırıtıyorsun? demiş. O da:
– Benim eşeğim her şeyi bilir. Ben de onun dediğini bir güzel anlarım.
“Dolapta bir tepsi börek dururken imansız bulgur çorbası içilir mi?” diyor, demiş. Kadın çaresiz dolaptaki böreği çıkarıp getirmiş. Onu bir güzel yedikten sonra eşek bir daha anırmış. Böylece eşeğin her anırışında dolaptaki yemekleri çıkarıp yemişler, hoş geçmişler.
Ocak başında keyif sürerken, hem de laf değirmeni çevirirken, eşek yine anırmış. Keloğlan da kulaklarım dikip dinlemiş, sonra da sırıtmış. Bu köse:
– Ne o Keloğlan, eşeği yine durup dinliyorsun, hem de sırıtıyorsun?
Keloğlan ocakta kaynamakta olan bir kazan suyu kaldırıp küpün içine dökmüş. Kaynar su başından aşağıya dökülünce küpün içindeki hovarda sırtarıp kalmış. Keloğlan, küpü devirip hovardayı dışarı çıkarınca, köse karısını boşamış. Keloğlan, eşeğine binip tam giderken, bu köse eşeğine alıcı olmuş. Bir vakit çekişmişler. Pazarlığa girişmişler, laf dolandırıp söz yarıştırmışlar, sonunda anlaşmışlar. Köse varını yoğunu Keloğlana vermiş, üstelik bir de eşek bağışlamış. Keloğlan, köşede sırtarıp kalmış hovardayı eşeğe yüklemiş, deh, çüş diyerek yürümüş. Yolda giderken bir katır kervanına rastlamış. Katırlardan biri bunun eşeğine çarpınca, üstündeki ölüyü bayırdan aşağı teker meker yuvarlamış. Keloğlan da zaten bunu gözlermiş:
– Ah babacığım, vah babacığım. Dünyasına doymadan giden hovarda babacığım! Babamı öldürdünüz, kanına kan, canına can istiyorum, diye bağırıp ağlamaya girişmiş ki, yer gök böğürtüsüne dönermiş. Kervancı ürkmüş, korkmuş, hem de iyice yılmış. On katır yükü bağışlamış. Keloğlan hâlâ yırtınır, yeri göğü inletirmiş. Beş daha vermiş, yine olmamış. Sonunda bütün kervanı bağışlamış da, yakasını anca sıyırmış, savuşmuş.
Keloğlan katır kervanının önüne geçmiş, eşeğine binmiş, köyüne gitmiş. Hem yürür, hem de bağırırmış:
– Aman, vay vay, kart öküzün derisi bir para etti, bir para etti ki, pazarı altın pahasına gitti, diye durmadan söylenir, bir yandan da şıkır şıkır oynar gidermiş. Bunu duyan komşuları hemen ahırlarına koşuşmuşlar, hemen öküzlerini bir iki demeyip kesip boğazlamışlar. Derilerini yüzüp sırtlamışlar, hemen çarşı boyuna koşmuşlar. Orası burası derken dönüp dolaşmışlar, lakin hiçbiri satamamış. Akşam olup herkes ortalıktan çekilince, bunlar da sırtlarında ıslak öküz derileriyle ortada kalınca, başlarına gelen işi anlamışlar. Kavil karar bağlamışlar, Keloğlanı öldürmeye yemin etmişler.
Dönüp gelmişler köylerine. Bir cuma günü Keloğlanı bir takrip yakalayıp bir çuvala koyup bağlamışlar. Sürüyüp bir dere kenarına getirmişler. Tam sallayıp atacakları sırada içlerinden birisi:
– Aman cuma vaktidir. Namazdan önce atmayalım günah olur. Şu çalının dibine bırakalım, Namazdan sonra gelir atarız, demiş. Hepsi de bunu kabul edip cuma namazına gitmişler.
Onlar abdeste soyunup namaza dursunlar, derenin kenarına bir çoban sürüsünü güderek gelmiş. Keloğlan ayak seslerinden, hem de çobanın ırlamalarından bunu sezmiş de:
– Çoban, hele çoban! diye bağırmış. Çoban da gelmiş, bunu çalı dibinde bulmuş. Çuvalın bağını çözmüş çıkarmış. Bu Keloğlan bir yandan ağlar, bir yandan sızlanırmış:
– Ah başıma gelenler, vah başıma gelenler. Beni padişahın kızına vereceklerdi. Ama istemiyorum. Gel sen benim yerime şu çuvala gir de, padişahın kızıyla evlen, demiş. Dağın bayırın saf çobanı buna bir güzel inanmış. Çuvalın içine girmiş. Keloğlan da ağzını pek bağlayıp çalının dibine yatırmış.
Namaz sonunda köylüler çıkıp gelmişler. Çuvala yapışıp başlamışlar dereye doğru sallamaya… Çoban da bir yandan seslenirmiş:
– Aman beni suya salmayın, padişahın kızıyla evleniyorum, der dururmuş. Köylüler bu laflara, hem de manasız sözlere büsbütün kızmışlar, zavallı çobanı hoplatıp suya fırlatmışlar.
Keloğlan, sürüyü güde güde, türkü çağıra çağıra, akşama doğru köye varmış:
– Aman, vay vay, suyun altında bir davar var, bir davar var. Ne iyi eylediniz de beni oraya attınız. Bunları sürüp çıkarıp getirdim, diye durmadan söylenir, bir yandan da şıkır şıkır oynarmış. Bunu duyan komşuları birbiri peşinden koşmuş, dereye atlamış. Zavallı bir dul kadının da bir tek oğulcağızı varmış. Anası buna:
– Oğul git, bir davar da sen al gel, demiş. Bu çocuk, güzel bir davar seçeyim diye derenin en derin yerine atlamış. Bakmış ki boğulacak, başlamış:
– Gılk gılk, gılk gılk! diye bağırmaya. Anası da yukarıda durmuş:
– Aman oğlum kırk tane istemem. Bir tane yeter, der dururmuş. Böylece o çocuk da “gılk gılk” diye diye boğulup gitmiş. Böylece köyün bütün erkekleri boğulmuş. Karıları da dul kalmış. Gökten 3 elma düşmüş biri keloğlanın, biri bu masalı anlatanın, biride bu masalı dinleyenin başına..