Küçük Alice ve ablası, güneşli bir öğleden sonra parka gitmeye karar vermişler. Ablası kitap okumaya başladığında, Alice’in onu beklemekten canı sıkılmış.
Alice: “Ablam benimle oynamaya söz vermişti. Ama belli ki içinde resim olmayan bir kitap, büyükler için daha ilginç oluyor. Aaah! Büyükleri hiçbir zaman anlamayacağım. O zaman büyüyünce kendimi de anlamayacak mıyım yani? Hımmmm, Aaaah!”
Tavşan: “Eyvah, eyvah! Çok geç kalacağım!
Alice: “Konuşan bir tavşan! Bir cep saati, merak ettim, onu takip etmeliyim.” demiş sonra da tavşanın içine girdiği deliğe, tekrar nasıl çıkacağını hiç düşünmeden, tekrar o da girmiş.
Alice: “Aaaaaa! Ama bir anda her şey değişmiş.” Orası artık bir tavşan deliği değilmiş. Alice kendini derin ve tuhaf bir kuyuya düşerken bulmuş.
Alice: “Ne kadar da uzun sürdü. Ya bu kuyu çok derin ya da ben çok yavaş düşüyorum. Şimdiye kadar dünyanın çekirdeğine kadar varmış olmalıydım. Aaa! Bir saman yığını? Ne kadar düşünceli. Neresi burası?” diye söylenmeye devam etmiş.
Alice şimdi, uzun bir koridorun başında duruyormuş. Her yerde minik, kilitli kapılar varmış.
Alice “Burası çok garip bir yer. Peki, o beyaz tavşan nereye gitti? Ben buradan nasıl çıkarım? Peki ya hiç buradan çıkamazsam?” diye düşünmeye başlamıştı.
Korku içinde yürümüş ve üç ayaklı cam bir masa görmüş. Masanın üstünde, minik altın bir anahtar varmış. Alice hiç vakit kaybetmeden, o minik altın anahtarın yardımıyla, minik kapıyı açmış. Diğer tarafta ne olduğunu görmek için, dizlerinin üzerine çökmüş. Gördükleri, o kadar güzel şeylermiş ki…
Alice: “Vay canına, ben bu kadar güzel bir bahçe daha önce hiç görmedim. Ah, keşke bu ufak kapıdan geçebilseydim.” Ama geçememiş.
Üzgün halde, masanın yanına geri dönmüş. Orada bir şişe görmüş. “Aaa, bu şişeyi daha önce görmedim burada! Acaba ne işe yarıyor?” diyerek Şişedeki sıvıyı içmiş. İçtikçe de küçülmeye başlamış. Bu Alice’in merakını daha da arttırmış. Sanki kapanmakta olan bir teleskop gibiymiş.:
“Şimdi o kapıdan geçmeyi kolayca başarabilirim! Hayır! Olamaz, anahtarı unuttum. Iııh! Iııh ühühühü neden buraya geldim ben!” diye kendi kendine konuşurken, O sırada masanın altında bulunan, üzerinde “ye beni” yazan ufak cam bir kutu fark etmiş.
Alice: “Bu, bu, bu ne ki, benim onu yememi istiyor.” O pastayı alıp yiyen Alice bu sefer de büyümeye başlamış. Büyümüş, büyümüş, büyümüş… artık boyu o kadar uzamış ki, kendi ayaklarını bile göremiyormuş. Başı kısa sürede tavana çarpmış. Alice:
“Aaah! Hayıır! Hayır.” bu nasıl olabilir ki, Alice şimdi anahtarı alabiliyormuş ama, kapıya sığmayacak kadar büyükmüş. Oturmuş ve ağlamaya başlamış. Ağlamış, ağlamış, ağlamış… Gözyaşları koridoru kaplamaya başlamış. Tam o anda, Tavşan: “Ah, Düşes! Onu bekletmeye devam edersem öfkelenecek.”
Alice: “Aaa, Bay Tavşan, bir dakika lütfen Çok kabasın! Gözünün önündeki kocaman bir kızı bile fark edemeyen bir tavşanın düşes’e ne faydası olabilir ki?” diye söylenmiş
O anda bir eldiven görmüş, eldiveni takınca yine küçülmüş.
Tavşan: “Sen ne arıyorsun burada? Eve git ve bana bir çift eldivenle yelpaze getir.”
Alice: “Eve mi? Hangi eve?”
Tavşan: “Benim evime, işte şurası, hadi, çabuk!”
Alice’in kafası çok karışmış ve korkmuş. Tavşana hiç karşı çıkmadan, onun evine doğru yürümeye başlamış. “Beni hizmetçisiyle karıştırmış olmalı” diye düşünmüş. Küçücük, minicik bir odaya girmiş. Odadaki masanın üstünde bir yelpaze, bir çift eldiven ve minik bir şişe varmış.
Alice: “Ne zaman bir şey yesem veya içsem, mutlaka ilginç bir şey olduğunu biliyorum. Bakalım bu şişe ne yapacak. Bu kadar minik olmaktan sıkıldım. Aaaa, ahhh, hı!” Kafası tavana değiyormuş.
Alice: “Hıh! Hı, sıkıştım! Ahh elim.”
Tavşan: “Hım! Evimin penceresinden çıkan bir el var! Aaah, bu bir dev! Evimde bir dev var! İmdaat!”
Hayvanlar çabucak toplanmış. En küçükleri kertenkele Bill’den eve bacadan girmesini istemişler. Alice ayağını bacadan sokmayı başarmış ve
Kertenkele: “Auu!!”
Sonra Tavşan’ın aklına bir fikir gelmiş. Ama pek de akıllıca bir fikir değilmiş.
Alice: “Aaa, bir pasta! Yine küçülmeme yardım edebilir.” Aynen öyle olmuş. Alice yeteri kadar küçüldüğü anda, evden koşarak çıkmış, bütün hayvanlardan uzağa, ormana kaçmış.
Alice: “Ah, yapacağım ilk iş normal boyuma geri dönmek olacak.”
Tırtıl: “Ah, ben sana yardım edebilirim. Gerçi boyun hiç de utanılacak bir şey değildir ama, inanmıyorsan bana bak!”
Alice: “Ah, e tabi ki ben onu demedim. Siz güzelsiniz.”
Tırtıl: “Aa, tabi ki öyleyim. Bir taraf seni daha uzun boylu yapacak, diğer tarafsa seni daha kısa boylu yapacak.”
Alice: “Neyin bir tarafı?”
Tırtıl: “Mantarın tabi ki canım! Şimdi önemli olan mantar gibi yuvarlak bir şeyin hangi tarafını yemesi gerektiğini anlamakmış.” demiş.
Alice sonunda, iki kenarından da parçalar koparmış. Sağ elindekini biraz ısırmış ve boynu giderek uzamaya başlamış. Tıpkı bir fasulye sırığı gibi olmuş. Hemen sol elindeki parçadan biraz yemiş. Ama şimdi eskisinden de ufak olmuş.
O kadar çok yorulmuş ki bu sefer mantar parçalarını azar azar yemeye devam etmiş. Bazen daha uzun oluyormuş, bazen daha kısa oluyormuş. Ta ki kendi normal boyuna gelene kadar bu, böyle devam etmiş.
Alice: Planımın yarısını artık tamamladım. Ne karmaşık bir gün bu! Bu mantar parçaları yanımda kalsın. Belki yine lazım olabilirler. O tırtıla teşekkür etmeliyim ama çok garip biriydi. Onu neyin öfkelendirdiğini anlamadım.”
Kedi: “Burada garip olmayan biri var mı tatlım?”
Alice: “Aah, merhaba, merak ettim, siz her daim öyle sırıtır mısınız?”
Kedi: “Eevet! Evet tabi ben sırıtan bir kediyim.
Alice: “Hım, ben ne demek istediğinizi pek anlayamadım da…
Kedi: “Söyle bana, Çılgın Şapkacı ve Mart Tavşan’ıyla tanıştın mı?”
Alice: “Çılgın Şapkacı ve Mart Tavşanı mı? Hayır, tanışmadım?”
Kedi: “Ama, tanışmak zorundasın. Onlar ikisi birden delidir. Aynı senin ve benim gibi.”
Alice: “Hey! Ben, deli, değilim!”
Kedi: “Ahahaha! Hem de çok delisin!”
Bunu söyleyen kedi, ortadan kaybolmuş. Ardında sadece sırıtışını bırakmış. Alice bunu çok tuhaf bulmuş ama, yürümeye devam etmiş. Kendi kendine de içine düştüğü bu Harikalar Diyarı’nı merak ediyormuş. Yürürken Mart Tavşanı ve Çılgın Şapkacı’ya denk gelmiş.
Bir ağacın altındaki bir masada çay içiyorlarmış. Ayrıca, ortalarında uyuyan bir de fare varmış. İkisi birden dirseklerini farenin üstüne koyuyorlarmış.
Alice: “Bana çok rahatsız görünüyor. Ama, belki fare sorun etmiyordur çünkü uykusu ağırdır.”
Çılgın Şapkacı: “Yer yok, yer yok!”
Alice: “Ama, büyük bir masa bu, bir sürü yer var işte!
Çılgın Şapkacı: “Senin saçının kesilmesi lazım.”
Alice: “Sen çok kabasın!”
Şapkacı: “Söylesene, bir kara karga neden çalışma masasına benzer?”
Alice: “Aa, been, bilmiyorum.”
Şapkacı: “İşte o yüzden sana buraya oturma dedim ihihihi!”
Alice: “Sırf senin bilmeceni bilemedim diye mi? Peki, gidiyorum. Ama önce, bana cevabı söyle!”
Şapkacı: “Bilmiyorum, maalesef, hiçbir fikrim yok.”
Mart Tavşan’ı: “Ben bile bilmiyorum.”
Alice: “Ah, ben bunun kadar aptal bir çay partisine hiç katılmadım!”
Alice yolda yürürken, bir ağaçta başka bir kapı bulmuş. Her zamanki gibi dikkatle içeri girmiş. Kendini bir kez daha o uzun koridorda bulmuş. Koridorda minik kilitli kapılar ve camdan küçük bir masa varmış.
Alice: “Bu defa daha başarılı olacağım.” diyerek küçük altın anahtarı alıp kapıyı açmaya başlamış. Kapının arkasında yine güzel bir bahçe varmış. Sonra, cebindeki mantarları çıkarmış, birazını yemiş.
Boyu yaklaşık 30 santime düşmüş. O minik kapıdan yürüyerek geçmiş. Bahçede her türden güzel çiçek ve bitki varmış. Bir yerde ise oyun kâğıtlarına benzeyen bahçıvanlar bulunuyormuş. Daha da şaşırtıcı olansa beyaz gülleri kırmızıya boyamalarıymış.
Alice: “Lütfen söyler misiniz bana, neden boyuyorsunuz o gülleri?”
Bahçivan: “Ah, kraliçe bize kırmızı gül dikmemizi emretti. Ama biz yanlışlıkla beyaz gül diktik. Kraliçe bunu öğrenirse, hepimizin kellesi gider!”
Diğer bahçivan: “Hişt, kraliçe geldi!”
Kraliçe: “Au, bu da kim?”
Alice: “Benim adım Alice majesteleri.”
Kraliçe: “Hım, peki ya bunlar kim?”
Alice: “Nereden bileyim?”
Kraliçe tam da o anda öfkeden deliye dönmüş.
Kraliçe: “Kellesini uçurun!”
Muhafız: “Ama, ama o daha bir çocuk!”
Kraliçe: “Hım, seni affediyorum.”
Hakim: “Duruşma, başlamıştır.”
Alice: “Ne duruşması?”
Bahçivan: “Biri kraliçenin mutfağından bir turta çaldı. Bu kişi Kupa Valesi diye şüpheleniyoruz.”
Davanın jüri üyeleri arasında bazı kuşlar ve hayvanlar varmış. Hepsi de hararetle bir şeyler yazıyorlarmış.
Kraliçe: “Suçlamayı okuyun!”
Biri söz alarak: “Imm, kupa kızı bir miktar turta yaptı. Güzel bir yaz günüydü. Kupa Valesi ise o turtaları çaldı ve çok uzaklara götürdü. Çok uzaklara!
Kraliçe: “Çok güzel! İlk tanığı çağırın!”
İlk tanık Şapkacı imiş. Bir elinde bir çay fincanı, diğer elinde bir dilim tereyağlı ekmek ile gelmiş. O kadar gerginmiş ki yapabildiği tek şey, orada dikilip gevelemek olmuş.
Kraliçe: Çok zayıf bir konuşmacısın, gidebilirsin, diğer tanığı çağırın.”
Diğer tanık, bizzat Alice’in kendisiymiş. Ama Alice’de bir değişiklik varmış. Çok büyüdüğünün farkına varmadan, ayağa kalkmış. Duruşmayı izlemeye gelen bütün hayvanlar yere düşmüş. Kraliçe çok öfkelenmiş.
Kraliçe: “Uçurun kellesini!”
Alice’in artık daha fazla sabredecek hali kalmamış.
Alice: “Aaaah! Seni kim ciddiye alır? Sürekli o sözcüğü söylüyorsun! Siz, alt tarafı bir kâğıt destesisiniz.”
Oyun kâğıtları, bu sözün üzerine havalanmışlar ve Alice’in üstüne çullanmışlar. Alice yarı korkudan, yarı öfkeden çığlık atmış. Kâğıtları uzaklaştırmaya çalışmış. Kısa süre sonra Alice: “Ah, ah, ah! Defolun! Ah! Yapraklar! Kâğıtlar nerede? Kraliçe nerede? Hım, rüya mıymış? Hım, ne harika bir rüyaydı. Hemen gidip ablama anlatmam lazım.
Evet, gerçekten müthiş bir rüyaymış. Yoksa değil miymiş?
EN GÜZEL UYKU MASALLARI İÇİN BİZİMLE KALIN..